1 Ağustos 2012 Çarşamba

TEŞHİS BÖYLEMİ YAPTIRILIR?... 31.07.2012 Elveda TANIK etanik@egm.gov.tr Teşhis; tabi’i ki böyle yaptırılmaz. Her iş de olduğu gibi teşhisin de yapılışının bir yolu yordamı vardır. Eğer o yolu yordamı bilmezsen yaptığın işi eline yüzüne bulaştırırsın. Hem çalışma arkadaşlarından, hem de kamudan bir çok tepki alırsın…Bununla da kalmayıp Ülkenin bir çok sorunu varken, başta Başbakan olmak üzere bir çok Bakanı da meşgul edersin. Hatay Dört yoldaki teşhis olayında olduğu gibi… Savcılığa intikal eden bir olay nedeniyle savcı gerekli gördüğünde teşhis isteyebilir. Kollukta bu teşhisi usulüne göre her kes için aynı yöntemlerle yaptırır. Bu olayda da usulüne uygun yapılmalıydı. Burada anlayamadığım bütün teşhis işlemlerini İlçe Müdürümü yaptırıyor, yoksa bu olaya mı mahsustu.O müdüre soruyorum teşhisin yolu yordamı bumudur? Yani, Devletin silahlı gücünün elinden silahlarını alıp, bu yetmiyormuş gibi birde ellerine numara vererek teşhisçinin karşısına bir suçlu gibi dizmek midir? Sonrada teşhisçiye destek olur gibi polisleri rencide edici ve aşağılayıcı bir şekilde hangi, hangi numara iyi bak gibi sözler sarf etmek midir? Benim bildiğim insanlara numara verilmez. Kurbanlık koyunların kulaklarında numara vardır. Hele teşhisçinin odaya denetim amiri edasıyla girişi, güç gösterisi yapış tarzı gerçekten kabul edilir bir durum değil… Bence; böyle yöneticiler olduğu sürece polis daha çok aşağılanır ve rencide edilir. Bu polislerin ruh sağlıklarını bozacak bu durumun hesabı sorulmalıdır. Bunun yanında suçu olanda varsa hakkında yasal işlem yapılmalıdır.Olayın bu duruma gelmesine sebep olanlar mutlaka tespit edilip bunun hesabını vermeliler. Rencide edilen sadece o polisler değil tüm Emniyet Teşkilatı personelidir. Suçsuz olup, bu aşağılayıcı duruma maruz kalan polislerin haklarını mutlaka aramaları gerektiğini belirterek yazımı veciz bir söz ile bitiriyorum. “Hakkını aramayan hakkıyla beraber şerefini de kaybeder. Hz.Ali.” Elveda TANIK 2.Sınıf Emniyet Müdürü

8 Ağustos 2011 Pazartesi

OSMANLICA…
Elveda TANIK 18.05.2011
etanik@egm.gov.tr

.
Hani bazen karşımıza bilmediğimiz bir dille yazılan bir yazı çıkar ya, aman sende der, şöyle göz ucuyla bir bakar geçeriz. İçeriğinde ne vardır? Bu nedir diye hiç merak etmeyiz. Osmanlıcada öyle, onu da hiç merak etmeyiz. Ne kadar yanlış, ne kadar üzücü değimli? Osmanlıca, Arap harfleri ile yazılan, Türkçe, Arapça ve Farsçanın karışımı bir yazı dilidir. Asırlarca kullandığımız bu yazı diline ne kadar yabancıyız… Çok acı!

Tetkikte; araştırmadır, incelemedir. Öğrenmek istenilen, merak edinilen her hangi bir şey hakkında bilgi sahibi olmak demektir. Bir şey hakkında doğru bilgiye ulaşmak, bilgi sahibi olmak istenirse, mutlaka araştırma yapmak gerekir. Aksi takdirde hiçbir şeyden haberimiz olmaz, doğru yolu bulamayız. Dolayısıyla, geleceğimize yön verecek önü gözükmeyen, sisli ve engebeli yolda, o yolu aydınlatacak ışıltıyı, yıldızları görebilmek için şöyle bir geçmişimize bakıp doğruları ve eğrileri araştırmak gerekir. Hele polis teşkilatı için bu araştırma çok daha önemlidir

1913 yılında bir polis amirinin teftişi sırasında duyarlı polislerin yanında, duyarsızlarında olduğunu anlatan Osmanlıca yazılmış “FİKRİ TETKİK” isimli belgeyi, yarım yamalak öğrendiğim Osmanlıcam ile yapmış olduğum ve tamamı okumak isteyenlerin e mail adresimden temin edebilecekleri transkripsiyonun özetlemek gerekirse, Polis Teşkilatının, vukuatın önünü almak, emniyeti ammeyi temin etmektir. Bunun içinde her polisin uykusunda bile geçen arabaların gürültüsünden, yolcuların ayak seslerinden, çevresinde olup bitenlerden bir mana çıkarmalıdır. Hassas olmalıdır gibi ifadelerin yanında, ecnebi olan bir sobacının tabiiyetinden bile merkezin haberdar olmadığı gibi eleştirici sözlerde yer almaktadır… Bu belge, ülkenin o zaman ki durumunu gayet güzel açıklıyor. Bu millet, kendisini yabancı gören bir ecnebinin Tebaası hakkında bilgisi bile yok. Nedeni ise, Onları öyle benimsemişler ki, onları farklı görmüyorlar...

Aslına bakılırsa; bu belgeden herkesin ders çıkarabileceği bir şeylerin bulunduğu yönünde hem fikir olduğumuz kaçınılmaz değimli? Araştırma yapılmaz, merak edilmez ise bu bilgilere ulaşmak mümkün olabilir mi? Ulaşılmaz! Osmanlıca olan belgeleri incelemek için de Osmanlıca yazıyı bilmek gerekmez mi? Evet bilmek gerekir. Latin harfleri ile yazılan yazı şeklinin yanında, Osmanlıca yazı şeklini de bilse kötümü olurdu? Acaba her şey geride mi bırakılmak isteniyor? Yoksa geçmiş unutturulmak mı istendi? Niye o yazıya bu kadar yabancı kalındı? Asırlarca kullanılan bir yazı bilinmiş olsaydı geçmiş bu kadar bulanık değil daha berrak ve duru olurdu…

Oysa Osmanlıca da bizim geçmişimiz, kültürümüz, mertliğimiz, yaşam biçimimiz, birliğimiz, beraberliğimiz, adaletimiz, asaletimiz, insanlığımız, büyüklüğümüz ve saymakla bitiremeyeceğim daha nelerimiz var. Evet, o çok yabancısı olduğumuz Osmanlıca belgelerde bizim geçmişimiz vardır. Hani bir söz vardır ya “Söz uçar gider yazı kalır” diye. O anlamadığımız belgelerdeki bilgiler zifiri karanlıkta parıldayan etrafa ışık saçan yıldızlar gibidir. Yıllar, asırlar geçse de o pırıltıya, o yıldızlara her daim ulaşabilir. Yeter ki araştırma merakımız hep olsun, o anlı şanlı geçmişimize sahip çıkalım…


Elveda TANIK
Hukuk Müşaviri
2.Sınıf Emniyet Müdürü

29 Kasım 2010 Pazartesi

ÖN YARGILI MI OLMALI...

ÖN YARGILI MI OLMALI?..
Elveda TANIK
etanik@egm.gov.tr 25.11.2010
Ön yargı aslında bir tutumdur. Ön yargıya dayalı tutumlar ise hoşnutsuzluk, korku, kin ve nefret gibi katı duyguları içerir. Aslına bakarsak bu duygu belli bir oranda hepimizde olabilir. Ama olmamalıdır. Ön yargı, hem kendimize hem de çevremizdekilere zarar veren bir duygudur, tutumdur. Ön yargı yanlış kararlar verdirebilir…
Her nedense; hiç kimse kendisinin ön yargılı olduğunu kabul etmez, fakat karşısındaki kişiyi tanımadan onu hakkında peşinen hüküm verebilir. Bu ön yargı değil mi? Evet, ön yargı. Bezende hak etmediğimiz bir davranışla karşılaştığımızda beni tanımadan, işin aslını astarını anlamadan beni yargıladı deriz. Hayatımızda, kin, nefret, hoşgörüsüzlük gibi duygu ve tutum yerine, koşulsuz sevgi, hoşgörü ve şefkat olsa daha iyi olmaz mı? Kesinlikle daha iyi olur. Katıldığım bir seminerde paylaşılan ve beni çok etkileyen, beğenileceğini düşündüğüm “ ÇOK ÖZEL BİR HİKÂYE “ isimli yazıyı ben de paylaşmak istedim.
Hikâye şöyle;
“Kendini bildi bileli mor menekşeyi çok severdi. Çocukluğunun geçtiği iki katlı evin bahçesinde bahar geldiğinde mor, mor açar, mis gibi kokarlardı. Annesi, menekşeleri hep duvar kenarına dikerdi.
“ Menekşeler, gölgeyi sever kızım!...” derdi.
Oysa öğretmeni. Bitkilerin güneş ışınları ile fotosentez yaptığını anlatmıştı ona… Bitkiler güneş ışığına muhtaçtı. Mor menekşeler ne tuhaf bitkilerdi; “Her bitki güneşi severken, onlar neden gölgeyi tercih ediyorlar? Diye düşündü durdu Hande… Küçük, ufacık aklı ile aslında menekşelerin diğer çiçeklerden farklı olduğunu keşfetmişti. İşte belki de menekşeler, bu yüzden bu kadar güzeldi. Her kesten farklı olursan, bu hayatta değerli olursun kanaatine varmıştı. Daha o yıllarda farklı olmak için gayret etmeye başladı. İlk olarak, okulda kimsenin yanına oturmak istemediği Hacer’in yanına oturmak istediğini öğretmenine söylemesiyle başladı, farklılıklarla süren hayatı… Hacer bile şaşırmış, şaşkın şaşkın bakıyordu onun yüzüne. Hacer çok dağınık, biraz anlama zorlukları olan problemli bir ailenin kızı idi. Hande ise Mühendis Kemal Beyin biricik kızı… Öğretmen, daha sonra bir tatsızlık çıkmasın diye pek oturtmak istemedi, Hacer’ in yanına Hande’ yi …Bu yüzden kendisiyle konuşmak için Hande’nin annesini okula davet etti.
Annesi eve geldiklerinde Hande’ye sordu:
“Hacer’in yanına neden oturmak istiyorsun, yavrum?”
Hande cevap verdi:
“Geçen baharda menekşeler ekiyorduk hani anne, o gün sen bana menekşeler güneşi sevmez demiştin, oysa her bitki güneşi sever. Menekşeler farklı, beklide bu yüzden bu kadar güzeller… Hacer’in yanına kimse oturmak istemiyor. Ben farklı olmak istiyorum. Belki Hacer de güzeldir, onu fark etmek istiyorum!... dedi
Annesinin ağzı açık kalmıştı. İlkokul dördüncü sınıf öğrencisi kızının bu olgunluğuna hayran kalarak:
“ Peki kızım, kimin yanında istersen oturabilirsin!..” diyebildi sadece…
Pazartesi günü hande, hacer’in yanında oturmaya başladı. Hem Hande tedirgindi, hem de Hacer… Birbirleri ile hiç konuşmuyorlardı. Diğer kızlar da soğumuştu, Hande’den. Nasıl Hacer gibi dağınık, bir şeyi, iki kere anlatmadan anlamayan, fakir bir kızın yanına oturmayı istemişti, hala kabullenemiyorlardı. En çok alınan Doktor Cemal Bey’in kızı Esin’di. Anne-babaları her hafta sonu görüşüyorlar, Hande ve Esin birlikte oynuyorlardı. Hande, nasıl olur da kendi yerine Hacer’i seçerdi. Gururu çok kırılmıştı, Esin’in. Hande ile konuşmuyordu. Birgün Hande ve âilesi, Esin’lerle dağ köylerinden birinde gerçekleştirilecek bir panayıra katılmak için sözleştiler. Hande gene Esin’in somurtacağını bildiği için gitmek istemiyordu. İçin için de Hacer’e kızmaya başlamıştı arkadaşları ile arasının bozulmasına sebep olduğu için… Neden bu kadar dağınıktı, neden her şeyi iki kerede anlıyordu? Yoksa aptal mıydı? Sonra menekşeleri hatırladı, hemen düşüncelerinden utandı. Hacer farklı diye yargılamaması gerekiyordu. Hacer’in kimsenin bilmediği güzelliklerini keşfedecekti. Buna tüm gücü ile inandı. Panayıra gittiklerinde Esin somurtarak karşısında oturuyordu, Hande ile konuşmuyordu.
Hande canı sıkıldığından biraz dolaşmak için annesinden izin aldı. Köy yolunda yürümeye başladı. Hava iyice soğumuş ve ayaz iyice artmıştı., kar atıştırmaya başlamıştı. Hande karı çok seviyordu, yürüdü, yürüdü. Köye gelmişti. Bir evin önünde durdu. Evin penceresindeki saksıya gözü ilişti. Gözlerine inanamıyordu, bunlar mor menekşelerdi. Ama kıştı ve menekşeler soğuğu hiç sevmezlerdi. Eve doğru bir adım attı. Kapıda beliren gölgeyi çok sonra fark etti, bu Hacer’di. Hande’ye gülümsüyordu.
“ Hoş geldin Hande buyurmaz mısın?” diye mırıldandı Hacer…
Hande, biraz ürkek, şaşkınlıkla kapıya doğru ilerledi ve içeri girdi. Oda sıcaktı odun sobası her yere ısıtmıştı.
“ Menekşeler…” diyebildi sadece Hande… “Bu soğukta?”
“ Onlar annem için, annem onları çık sever:”
Sonra yatakta yatan kadını fark etti Hade.
“ Annen hasta mı?” diye sordu.
“ Evet, iki sene önce felç oldu, ona ben bakıyorum. Bizim kimsemiz yok, bir tek ineğimiz var, onunla geçiniyoruz. Ama tüm işler bana baktığı için derslere çalışacak pek vaktim olmuyor!..” dedi. Hacer utanarak… “Bir de bizim köyden şehre açar yok. Bu yolu her gün yürüyorum, o yüzden de çok yorgun okula geliyorum. Dersleri anlamakta güçlük çekiyorum.”
Hande’nin gözleri dolmuştu. Dışarıdan gelen ses ile kendine geldi. Annesi onu arıyordu. Çok merak etmiş olmalıydı. Dışarıya koştu ve annesine sarıldı, ağılıyordu. Bir müddet sonra:
“ Anne, bu Hacer!..” diye tanıştırdı sıra arkadaşını…
Hacer’in yaptığı sıcak çorbadan içtiler birlikte. Hande annesine anlattı Hacer’in hayatını, ağlayarak:
“ Bir şeyler yapalım anne!” dedi. Hacer’e duyurmamaya çalışarak…
O hafta annesi ve Hande, Hacerlere gidip annesi ve Hacer’i kendi evlerine taşıdılar. Hacer, artık Handelerden okula gidip geliyordu, he dağınıktı, ne de aptal. Sınıfın en iyi öğrencisi olmuştu. Seneler geçti. Hacer ve Hande bir arkadaş değil, iki kız kardeştiler artık…
Mor menekşeler, Hande’ye Hacer’i armağan etmişti. Hacer’e ise hem Hande’yi, hem hayatı… Seneler sonra ikisi de evlendi.
Hacer şimdi bir doktor… Hande’den vicdanın ne kadar önemli olduğunu öğrendi, hastalarına vicdanıyla birlikte şifa dağıtıyor. Hande ise bir öğretmen… Çocuklara farklı olan şeyleri sevmeyi de öğretiyor. Bir kızı var. Adı Hacer Menekşe. Hayatta en çok sevdiği iki şeye, birini daha ekledi Hande.”
Lütfen sevginize önyargı koymayın. Her şey sevinceye kadar farklıdır, sevdikten sonra ise, sevginin dili aynıdır.

Sonuç olarak; ön yargılı davranmanın ne kadar yanlış bir tutum ve davranış olduğunu bu hikâye çok güzel açıklıyor. Tek doğru, bizim bildiğimiz olmamalı, yanılabileceğimizi de unutmamalıyız… Ön yargılı davranışta bulunup da telafisi mümkün olmayan olumsuzluklara sebebiyet verdiğimizde, hayatımız boyunca söyleyeceğimiz o keşkeler hiçbir şeyi değiştirmeyecektir, yapılan yanlışı beklide hiç düzeltemeyecektir. Yazımı, Albert Einstein’ın Önyargı için söylemiş olduğu güzel bir söz ile bitirmek istiyorum…25.11.2010
“ Önyargıyı Yıkmak Atomu Parçalamaktan Zordur.”
Elveda TANIK
ÖN YARGILI MI OLMALI?..
Elveda TANIK
etanik@egm.gov.tr 25.11.2010
Ön yargı aslında bir tutumdur. Ön yargıya dayalı tutumlar ise hoşnutsuzluk, korku, kin ve nefret gibi katı duyguları içerir. Aslına bakarsak bu duygu belli bir oranda hepimizde olabilir. Ama olmamalıdır. Ön yargı, hem kendimize hem de çevremizdekilere zarar veren bir duygudur, tutumdur. Ön yargı yanlış kararlar verdirebilir…
Her nedense; hiç kimse kendisinin ön yargılı olduğunu kabul etmez, fakat karşısındaki kişiyi tanımadan onu hakkında peşinen hüküm verebilir. Bu ön yargı değil mi? Evet, ön yargı. Bezende hak etmediğimiz bir davranışla karşılaştığımızda beni tanımadan, işin aslını astarını anlamadan beni yargıladı deriz. Hayatımızda, kin, nefret, hoşgörüsüzlük gibi duygu ve tutum yerine, koşulsuz sevgi, hoşgörü ve şefkat olsa daha iyi olmaz mı? Kesinlikle daha iyi olur. Katıldığım bir seminerde paylaşılan ve beni çok etkileyen, beğenileceğini düşündüğüm “ ÇOK ÖZEL BİR HİKÂYE “ isimli yazıyı ben de paylaşmak istedim.
Hikâye şöyle;
“Kendini bildi bileli mor menekşeyi çok severdi. Çocukluğunun geçtiği iki katlı evin bahçesinde bahar geldiğinde mor, mor açar, mis gibi kokarlardı. Annesi, menekşeleri hep duvar kenarına dikerdi.
“ Menekşeler, gölgeyi sever kızım!...” derdi.
Oysa öğretmeni. Bitkilerin güneş ışınları ile fotosentez yaptığını anlatmıştı ona… Bitkiler güneş ışığına muhtaçtı. Mor menekşeler ne tuhaf bitkilerdi; “Her bitki güneşi severken, onlar neden gölgeyi tercih ediyorlar? Diye düşündü durdu Hande… Küçük, ufacık aklı ile aslında menekşelerin diğer çiçeklerden farklı olduğunu keşfetmişti. İşte belki de menekşeler, bu yüzden bu kadar güzeldi. Her kesten farklı olursan, bu hayatta değerli olursun kanaatine varmıştı. Daha o yıllarda farklı olmak için gayret etmeye başladı. İlk olarak, okulda kimsenin yanına oturmak istemediği Hacer’in yanına oturmak istediğini öğretmenine söylemesiyle başladı, farklılıklarla süren hayatı… Hacer bile şaşırmış, şaşkın şaşkın bakıyordu onun yüzüne. Hacer çok dağınık, biraz anlama zorlukları olan problemli bir ailenin kızı idi. Hande ise Mühendis Kemal Beyin biricik kızı… Öğretmen, daha sonra bir tatsızlık çıkmasın diye pek oturtmak istemedi, Hacer’ in yanına Hande’ yi …Bu yüzden kendisiyle konuşmak için Hande’nin annesini okula davet etti.
Annesi eve geldiklerinde Hande’ye sordu:
“Hacer’in yanına neden oturmak istiyorsun, yavrum?”
Hande cevap verdi:
“Geçen baharda menekşeler ekiyorduk hani anne, o gün sen bana menekşeler güneşi sevmez demiştin, oysa her bitki güneşi sever. Menekşeler farklı, beklide bu yüzden bu kadar güzeller… Hacer’in yanına kimse oturmak istemiyor. Ben farklı olmak istiyorum. Belki Hacer de güzeldir, onu fark etmek istiyorum!... dedi
Annesinin ağzı açık kalmıştı. İlkokul dördüncü sınıf öğrencisi kızının bu olgunluğuna hayran kalarak:
“ Peki kızım, kimin yanında istersen oturabilirsin!..” diyebildi sadece…
Pazartesi günü hande, hacer’in yanında oturmaya başladı. Hem Hande tedirgindi, hem de Hacer… Birbirleri ile hiç konuşmuyorlardı. Diğer kızlar da soğumuştu, Hande’den. Nasıl Hacer gibi dağınık, bir şeyi, iki kere anlatmadan anlamayan, fakir bir kızın yanına oturmayı istemişti, hala kabullenemiyorlardı. En çok alınan Doktor Cemal Bey’in kızı Esin’di. Anne-babaları her hafta sonu görüşüyorlar, Hande ve Esin birlikte oynuyorlardı. Hande, nasıl olur da kendi yerine Hacer’i seçerdi. Gururu çok kırılmıştı, Esin’in. Hande ile konuşmuyordu. Birgün Hande ve âilesi, Esin’lerle dağ köylerinden birinde gerçekleştirilecek bir panayıra katılmak için sözleştiler. Hande gene Esin’in somurtacağını bildiği için gitmek istemiyordu. İçin için de Hacer’e kızmaya başlamıştı arkadaşları ile arasının bozulmasına sebep olduğu için… Neden bu kadar dağınıktı, neden her şeyi iki kerede anlıyordu? Yoksa aptal mıydı? Sonra menekşeleri hatırladı, hemen düşüncelerinden utandı. Hacer farklı diye yargılamaması gerekiyordu. Hacer’in kimsenin bilmediği güzelliklerini keşfedecekti. Buna tüm gücü ile inandı. Panayıra gittiklerinde Esin somurtarak karşısında oturuyordu, Hande ile konuşmuyordu.
Hande canı sıkıldığından biraz dolaşmak için annesinden izin aldı. Köy yolunda yürümeye başladı. Hava iyice soğumuş ve ayaz iyice artmıştı., kar atıştırmaya başlamıştı. Hande karı çok seviyordu, yürüdü, yürüdü. Köye gelmişti. Bir evin önünde durdu. Evin penceresindeki saksıya gözü ilişti. Gözlerine inanamıyordu, bunlar mor menekşelerdi. Ama kıştı ve menekşeler soğuğu hiç sevmezlerdi. Eve doğru bir adım attı. Kapıda beliren gölgeyi çok sonra fark etti, bu Hacer’di. Hande’ye gülümsüyordu.
“ Hoş geldin Hande buyurmaz mısın?” diye mırıldandı Hacer…
Hande, biraz ürkek, şaşkınlıkla kapıya doğru ilerledi ve içeri girdi. Oda sıcaktı odun sobası her yere ısıtmıştı.
“ Menekşeler…” diyebildi sadece Hande… “Bu soğukta?”
“ Onlar annem için, annem onları çık sever:”
Sonra yatakta yatan kadını fark etti Hade.
“ Annen hasta mı?” diye sordu.
“ Evet, iki sene önce felç oldu, ona ben bakıyorum. Bizim kimsemiz yok, bir tek ineğimiz var, onunla geçiniyoruz. Ama tüm işler bana baktığı için derslere çalışacak pek vaktim olmuyor!..” dedi. Hacer utanarak… “Bir de bizim köyden şehre açar yok. Bu yolu her gün yürüyorum, o yüzden de çok yorgun okula geliyorum. Dersleri anlamakta güçlük çekiyorum.”
Hande’nin gözleri dolmuştu. Dışarıdan gelen ses ile kendine geldi. Annesi onu arıyordu. Çok merak etmiş olmalıydı. Dışarıya koştu ve annesine sarıldı, ağılıyordu. Bir müddet sonra:
“ Anne, bu Hacer!..” diye tanıştırdı sıra arkadaşını…
Hacer’in yaptığı sıcak çorbadan içtiler birlikte. Hande annesine anlattı Hacer’in hayatını, ağlayarak:
“ Bir şeyler yapalım anne!” dedi. Hacer’e duyurmamaya çalışarak…
O hafta annesi ve Hande, Hacerlere gidip annesi ve Hacer’i kendi evlerine taşıdılar. Hacer, artık Handelerden okula gidip geliyordu, he dağınıktı, ne de aptal. Sınıfın en iyi öğrencisi olmuştu. Seneler geçti. Hacer ve Hande bir arkadaş değil, iki kız kardeştiler artık…
Mor menekşeler, Hande’ye Hacer’i armağan etmişti. Hacer’e ise hem Hande’yi, hem hayatı… Seneler sonra ikisi de evlendi.
Hacer şimdi bir doktor… Hande’den vicdanın ne kadar önemli olduğunu öğrendi, hastalarına vicdanıyla birlikte şifa dağıtıyor. Hande ise bir öğretmen… Çocuklara farklı olan şeyleri sevmeyi de öğretiyor. Bir kızı var. Adı Hacer Menekşe. Hayatta en çok sevdiği iki şeye, birini daha ekledi Hande.”
Lütfen sevginize önyargı koymayın. Her şey sevinceye kadar farklıdır, sevdikten sonra ise, sevginin dili aynıdır.

Sonuç olarak; ön yargılı davranmanın ne kadar yanlış bir tutum ve davranış olduğunu bu hikâye çok güzel açıklıyor. Tek doğru, bizim bildiğimiz olmamalı, yanılabileceğimizi de unutmamalıyız… Ön yargılı davranışta bulunup da telafisi mümkün olmayan olumsuzluklara sebebiyet verdiğimizde, hayatımız boyunca söyleyeceğimiz o keşkeler hiçbir şeyi değiştirmeyecektir, yapılan yanlışı beklide hiç düzeltemeyecektir. Yazımı, Albert Einstein’ın Önyargı için söylemiş olduğu güzel bir söz ile bitirmek istiyorum…25.11.2010
“ Önyargıyı Yıkmak Atomu Parçalamaktan Zordur.”
Elveda TANIK
ÖN YARGILI MI OLMALI?..
Elveda TANIK
etanik@egm.gov.tr 25.11.2010
Ön yargı aslında bir tutumdur. Ön yargıya dayalı tutumlar ise hoşnutsuzluk, korku, kin ve nefret gibi katı duyguları içerir. Aslına bakarsak bu duygu belli bir oranda hepimizde olabilir. Ama olmamalıdır. Ön yargı, hem kendimize hem de çevremizdekilere zarar veren bir duygudur, tutumdur. Ön yargı yanlış kararlar verdirebilir…
Her nedense; hiç kimse kendisinin ön yargılı olduğunu kabul etmez, fakat karşısındaki kişiyi tanımadan onu hakkında peşinen hüküm verebilir. Bu ön yargı değil mi? Evet, ön yargı. Bezende hak etmediğimiz bir davranışla karşılaştığımızda beni tanımadan, işin aslını astarını anlamadan beni yargıladı deriz. Hayatımızda, kin, nefret, hoşgörüsüzlük gibi duygu ve tutum yerine, koşulsuz sevgi, hoşgörü ve şefkat olsa daha iyi olmaz mı? Kesinlikle daha iyi olur. Katıldığım bir seminerde paylaşılan ve beni çok etkileyen, beğenileceğini düşündüğüm “ ÇOK ÖZEL BİR HİKÂYE “ isimli yazıyı ben de paylaşmak istedim.
Hikâye şöyle;
“Kendini bildi bileli mor menekşeyi çok severdi. Çocukluğunun geçtiği iki katlı evin bahçesinde bahar geldiğinde mor, mor açar, mis gibi kokarlardı. Annesi, menekşeleri hep duvar kenarına dikerdi.
“ Menekşeler, gölgeyi sever kızım!...” derdi.
Oysa öğretmeni. Bitkilerin güneş ışınları ile fotosentez yaptığını anlatmıştı ona… Bitkiler güneş ışığına muhtaçtı. Mor menekşeler ne tuhaf bitkilerdi; “Her bitki güneşi severken, onlar neden gölgeyi tercih ediyorlar? Diye düşündü durdu Hande… Küçük, ufacık aklı ile aslında menekşelerin diğer çiçeklerden farklı olduğunu keşfetmişti. İşte belki de menekşeler, bu yüzden bu kadar güzeldi. Her kesten farklı olursan, bu hayatta değerli olursun kanaatine varmıştı. Daha o yıllarda farklı olmak için gayret etmeye başladı. İlk olarak, okulda kimsenin yanına oturmak istemediği Hacer’in yanına oturmak istediğini öğretmenine söylemesiyle başladı, farklılıklarla süren hayatı… Hacer bile şaşırmış, şaşkın şaşkın bakıyordu onun yüzüne. Hacer çok dağınık, biraz anlama zorlukları olan problemli bir ailenin kızı idi. Hande ise Mühendis Kemal Beyin biricik kızı… Öğretmen, daha sonra bir tatsızlık çıkmasın diye pek oturtmak istemedi, Hacer’ in yanına Hande’ yi …Bu yüzden kendisiyle konuşmak için Hande’nin annesini okula davet etti.
Annesi eve geldiklerinde Hande’ye sordu:
“Hacer’in yanına neden oturmak istiyorsun, yavrum?”
Hande cevap verdi:
“Geçen baharda menekşeler ekiyorduk hani anne, o gün sen bana menekşeler güneşi sevmez demiştin, oysa her bitki güneşi sever. Menekşeler farklı, beklide bu yüzden bu kadar güzeller… Hacer’in yanına kimse oturmak istemiyor. Ben farklı olmak istiyorum. Belki Hacer de güzeldir, onu fark etmek istiyorum!... dedi
Annesinin ağzı açık kalmıştı. İlkokul dördüncü sınıf öğrencisi kızının bu olgunluğuna hayran kalarak:
“ Peki kızım, kimin yanında istersen oturabilirsin!..” diyebildi sadece…
Pazartesi günü hande, hacer’in yanında oturmaya başladı. Hem Hande tedirgindi, hem de Hacer… Birbirleri ile hiç konuşmuyorlardı. Diğer kızlar da soğumuştu, Hande’den. Nasıl Hacer gibi dağınık, bir şeyi, iki kere anlatmadan anlamayan, fakir bir kızın yanına oturmayı istemişti, hala kabullenemiyorlardı. En çok alınan Doktor Cemal Bey’in kızı Esin’di. Anne-babaları her hafta sonu görüşüyorlar, Hande ve Esin birlikte oynuyorlardı. Hande, nasıl olur da kendi yerine Hacer’i seçerdi. Gururu çok kırılmıştı, Esin’in. Hande ile konuşmuyordu. Birgün Hande ve âilesi, Esin’lerle dağ köylerinden birinde gerçekleştirilecek bir panayıra katılmak için sözleştiler. Hande gene Esin’in somurtacağını bildiği için gitmek istemiyordu. İçin için de Hacer’e kızmaya başlamıştı arkadaşları ile arasının bozulmasına sebep olduğu için… Neden bu kadar dağınıktı, neden her şeyi iki kerede anlıyordu? Yoksa aptal mıydı? Sonra menekşeleri hatırladı, hemen düşüncelerinden utandı. Hacer farklı diye yargılamaması gerekiyordu. Hacer’in kimsenin bilmediği güzelliklerini keşfedecekti. Buna tüm gücü ile inandı. Panayıra gittiklerinde Esin somurtarak karşısında oturuyordu, Hande ile konuşmuyordu.
Hande canı sıkıldığından biraz dolaşmak için annesinden izin aldı. Köy yolunda yürümeye başladı. Hava iyice soğumuş ve ayaz iyice artmıştı., kar atıştırmaya başlamıştı. Hande karı çok seviyordu, yürüdü, yürüdü. Köye gelmişti. Bir evin önünde durdu. Evin penceresindeki saksıya gözü ilişti. Gözlerine inanamıyordu, bunlar mor menekşelerdi. Ama kıştı ve menekşeler soğuğu hiç sevmezlerdi. Eve doğru bir adım attı. Kapıda beliren gölgeyi çok sonra fark etti, bu Hacer’di. Hande’ye gülümsüyordu.
“ Hoş geldin Hande buyurmaz mısın?” diye mırıldandı Hacer…
Hande, biraz ürkek, şaşkınlıkla kapıya doğru ilerledi ve içeri girdi. Oda sıcaktı odun sobası her yere ısıtmıştı.
“ Menekşeler…” diyebildi sadece Hande… “Bu soğukta?”
“ Onlar annem için, annem onları çık sever:”
Sonra yatakta yatan kadını fark etti Hade.
“ Annen hasta mı?” diye sordu.
“ Evet, iki sene önce felç oldu, ona ben bakıyorum. Bizim kimsemiz yok, bir tek ineğimiz var, onunla geçiniyoruz. Ama tüm işler bana baktığı için derslere çalışacak pek vaktim olmuyor!..” dedi. Hacer utanarak… “Bir de bizim köyden şehre açar yok. Bu yolu her gün yürüyorum, o yüzden de çok yorgun okula geliyorum. Dersleri anlamakta güçlük çekiyorum.”
Hande’nin gözleri dolmuştu. Dışarıdan gelen ses ile kendine geldi. Annesi onu arıyordu. Çok merak etmiş olmalıydı. Dışarıya koştu ve annesine sarıldı, ağılıyordu. Bir müddet sonra:
“ Anne, bu Hacer!..” diye tanıştırdı sıra arkadaşını…
Hacer’in yaptığı sıcak çorbadan içtiler birlikte. Hande annesine anlattı Hacer’in hayatını, ağlayarak:
“ Bir şeyler yapalım anne!” dedi. Hacer’e duyurmamaya çalışarak…
O hafta annesi ve Hande, Hacerlere gidip annesi ve Hacer’i kendi evlerine taşıdılar. Hacer, artık Handelerden okula gidip geliyordu, he dağınıktı, ne de aptal. Sınıfın en iyi öğrencisi olmuştu. Seneler geçti. Hacer ve Hande bir arkadaş değil, iki kız kardeştiler artık…
Mor menekşeler, Hande’ye Hacer’i armağan etmişti. Hacer’e ise hem Hande’yi, hem hayatı… Seneler sonra ikisi de evlendi.
Hacer şimdi bir doktor… Hande’den vicdanın ne kadar önemli olduğunu öğrendi, hastalarına vicdanıyla birlikte şifa dağıtıyor. Hande ise bir öğretmen… Çocuklara farklı olan şeyleri sevmeyi de öğretiyor. Bir kızı var. Adı Hacer Menekşe. Hayatta en çok sevdiği iki şeye, birini daha ekledi Hande.”
Lütfen sevginize önyargı koymayın. Her şey sevinceye kadar farklıdır, sevdikten sonra ise, sevginin dili aynıdır.

Sonuç olarak; ön yargılı davranmanın ne kadar yanlış bir tutum ve davranış olduğunu bu hikâye çok güzel açıklıyor. Tek doğru, bizim bildiğimiz olmamalı, yanılabileceğimizi de unutmamalıyız… Ön yargılı davranışta bulunup da telafisi mümkün olmayan olumsuzluklara sebebiyet verdiğimizde, hayatımız boyunca söyleyeceğimiz o keşkeler hiçbir şeyi değiştirmeyecektir, yapılan yanlışı beklide hiç düzeltemeyecektir. Yazımı, Albert Einstein’ın Önyargı için söylemiş olduğu güzel bir söz ile bitirmek istiyorum…25.11.2010
“ Önyargıyı Yıkmak Atomu Parçalamaktan Zordur.”
Elveda TANIK

20 Temmuz 2008 Pazar

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KADIN HAREKETİ

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KADIN HAREKETİ


Yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarında en yoğun tartışma konularından birini oluşturan kadın sorunu aslında Eski Yunan’dan bu yana gündemde olan ve o dönemden beri siyasi düşünürlerin tartıştıkları ve eserlerinde kaleme aldıkları çok eski bir konudur. Kadın-erkek ilişkilerinin zorluğu yüzyıllardan beri birçok insanı ilgilendirdi ve önemli bir tartışma konusu oldu. Günümüzde görüldüğü gibi kadın-erkek arasındaki bu eşitsizlik açık bir şekilde var olduğu sürece tartışma devam edecek ve kadınların mücadelesi sürecektir. Bugün birçok ülkede kadınların hedefi hem kamusal alanda hem de özel alanda tam eşitliktir.
Kadınlarımız günümüze dek uzun ve zorlu mücadeleler sonucunda bazı haklarını elde ettiler. 1789 Fransız Devrimi’ne kadar gerilere gittiğimizde kadınların, Devrim’e fiilen katıldıklarını görmekteyiz. Devrim’in; “Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik” ilkeleri ve talepleri kadınlar için de geçerliydi. Kadınların yüzyıllardan beri ailenin gelirini artırabilmek ve geçinebilecek düzeye getirebilmek için erkeklerin yanında emeklerini harcıyorlardı. Bu dönemde burjuvazi erkeği kadının çalışmasına izin vermedi. Diğer yandan halk kadını ise tarlada, pazarda, atölyede çalışıyordu. İlk olarak Fransız Devrimi döneminde 1790’da Theroigne de Mericourt arkadaşlarıyla birlikte Le Club des Amis de la Loi’yı (Yasa Dostları Kulübü) kuruyor ve bu yolla yasa koyucunun kararlarını inceleme, açıklama ve eleştirmeyi amaçlıyor. Bu arada; 1791’de Fransa’da Cumhuriyet uğruna yapılan mücadeleler kanla bastırılınca kadın hareketindeki heyecan azalıyor.
Aradan yaklaşık bir yüzyıl geçti ve Sanayi Devrimi sonucunda büyük sayıda kadın çalışma yaşamına katıldı. Binlerce kadının çalışma yaşamına katılmasıyla birlikte Sanayi Devrimi’nin yoğun bir şekilde yaşandığı İngiltere’de ve ABD’de kadınların grev, yürüyüş ve protesto gibi araçları kullanarak derin mücadeleler verdiğini görmekteyiz. Örneğin 1845 de ABD’de, Pensilvanya’da bir iplik fabrikasında 1500 kadın işçinin çalışma haftasının altı iş gününe ve çalışma gününün 10 saate indirilmesine yönelik talepler nedeniyle bir ay gibi uzun bir süre grev yapmaları önemli bir olaydır. Ardından 1848’de ABD’li kadın hakları savunucusu Elisabeht Stanton ve Lucretia Moot ilk kes kadın hakları kongresini düzenlediler. Yine Stanton 1869’da ulusal kadın oy hakkı birliğini kurdu. Stanton ve Moot ABD bağımsızlık Deklarasyon’unda “tüm erkekler eşit olarak doğmuştur” maddesinin “ tüm kadınlar ve erkekler” olarak değiştirilmesini talep etmişlerdir. Dolayısıyla, kadınlardan gelen ilk taleplere bir göz atığımızda bunların öncelikle kamusal alana ilişkin talepler, yani çalışma yaşamını ve siyasal yaşamı düzenlemek ve kadınlar lehine düzeltmek amaçlı talepler olduklarını görüyoruz. Yaklaşık aynı yıllarda 1866’da ABD’de bir diğer önemli gelişme eşit ücret talebinde bulunan ve kadınların lider konumuna gelmesini ortaya atan ilk örgütlenme ulusal birlik kuruldu.
Bu arada Avrupa’da da önemli gelişmeler olmaktadır. 1864’te 1. Enternasyonal’de Uluslar arası İşçi Birliği kuruldu ve Genel Konsey kadınların üyeliğe alınmasını onayladı. 1867’de John Stuart Mill İngiltere Parlementosu’nda kadınlara oy hakkı istedi. Kadın sayısının artması ile ev dışını çıkan çok sayıda kadın İngiltere’de seslerini duyurmaya ve taleplerini yüksek sesle vurgulamaya başladılar. Yüzyılın sonlarına doğru, 1889’da Londra’da 700 kibrit işçisi kadın, vasıfsız işçiler arasında sendikalaşmayı başlatan bir kıvılcım oldu ve bu tarihlere kadar binlerce kadın bu dönemde sendikalara katıldı. 1900 başlarında kadınlar çalışma yaşamı dışında başka bir talebi getirmeye başladılar. Siyasi yaşama katılım talebi kadınların öncelikle oy hakkı isteği olarak ortaya çıktı. Kadınlar İngiltere’de oy hakkı için dilekçe kampanyası başlattılar ve binlerce kadın tarafından gösterilere protestolara katılım oldu. Bu dönemde kadınların kendilerine oy hakkı isterken annelik rollerinin tam anlamıyla ön planda olduğunu ve kocaları ve çocukları için de taleplerde bulunduklarını görüyoruz. Örneğin 1905’deki yürüyüşlerde kadınlar “çocuklarımıza yiyecek, kocalarımıza iş ve dünya işçilerinin birliği” diye seslenerek yürüdüler. Sonuç olarak kadınların İngiltere’deki bu mücadelesi bir ses getirdi ve 1928’de kadınlara 21 yaşında oy hakkı verildi.
Kıta Avrupa’sında ki gelişmelere baktığımızda yüzyılın başında Rusya’nın Moskova, Petersburg ve Odessa gibi büyük şehirlerinde ilk kadın mitinglerinin yapıldığını görüyoruz. Bu mitingler sonucunda 1908’de Tüm Rusya Kadın Kongresi toplanıyor. Almanya’daki önemli bir gelişme ise 1908’de kadınların partilere üye olmaları kabulüdür. Artık kadınlar Avrupa’nın birçok önemli şehrinde toplanmakta ve seslerini duyurmaktadırlar. 1910’da Kopenhag’da 2. Uluslar arası Sosyalist Kadınlar Kongresi toplanıyor ve Clara Zetkin tarafından 8 Mart’ın Uluslararası Kadın Günü olması teklifi yapılıyor çünkü artık kadın sorunu ve kadının kamusal adım atmasıyla gündeme getirdiği sorunlar sokağa çıkıp oldukça yoğun bir biçimde dile getirilmeye başlanmıştır. Bunun iki önemli örneği İngiltere ve Rusya’da kadın işçilerin düzenledikleri grevlerdir. 1911’de İngiltere’de 21 fabrikada 15 bin örgütsüz kadın işçi greve gitti ve 18 fabrikada kadınlar örgütlenme hakkı kazandılar. Ardından 1913’te Rusya’da tekstil fabrikası işçisi 2000 kadın ücretli hamilelik izni için greve gitti. Bunu ilk kez kadınların kadın merkezli bir talebi olarak değerlendire biliriz.
Aynı dönemde yani 1900 başlarında ABD ve Avrupa ülkelerinin dışındaki gelişmelere göz gezdirdiğimizde büyük sayıda Filistinli kadının İngiltere’nin Filistin’i işgalini protesto için yürüdüklerini ve yine aynı şekilde Mısırlı kadınların da Kahire’de geniş çaplı yürüyüşler düzenlediklerini saptamaktayız. Ayrıca Hindistan’da da kadınlar kolonileşmeye karşı çalışmalar yapmaktadırlar. Bu dönemde bu ülkelerin kadınları eşit ücret ya da oy hakkı gibi kadının erkekle eşitliği merkezli taleplerini henüz dile getirememektedirler. Kolonileşme ve işgal gibi erkeklerin mücadele verdikleri alanlara katılmaktadırlar; Çünkü henüz ülkelerinin bağımsızlığı elde edilmemiştir.
1900’lerin ortalarına kadar iki Dünya Savaşı yaşanmıştır ve özellikle ikincisinden sonra kadınlar uluslar arası alanda ve kurumlarda birçok kayda değer hakkı kazanmışlardır. Bunların en önemlilerinden biri; 1945’te Birleşmiş Milletlerin kuruluşuna ilişkin taslak Birleşmiş Milletler Anlaşmasının kabulüne dönük gerçekleştirilen konferansta, anlaşmada geçen “erkekler arasında eşitlik” maddesinin “kadınlar ve erkekler arasında eşitlik olarak değerlendirilmesidir. Ardından diğer bir önemli gelişme 1946’da Kadının Statüsü Komisyonnun kurulmasıdır.
1960’larda yoğunlaşan kadın hareketi ve talepleri sonucunda 1970’lerde uluslararası örgütler çerçevesinde kadın hakları konusunda girişimler yoğunlaşmaya başlamıştır. Bunların etkisinin bir ürünü olarak değerlendirebileceğimiz birçok önemli bir adım 1975’te Birleşmiş Milletlerin Uluslararası Kadın 10 Yılını ilan etmesidir. Ayrıca aynı yıl Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi Kararı ile Kadının ilerlemesi için Birleşmiş Milletler Araştırma ve Eğitim Enstitüsü (INSTRAW) kurulmuştur. Ertesi yıl 1976’da Eylem Planını desteklemek ve kadınlar için bir fon oluşturması üzere Birleşmiş Milletler Kadınlar için Kalkınma Fonu (UNİFEM)kuruldu.
1975’de kadınların dünya çapında bir araya gelerek seslerini duyurma imkanı buldukları çok önemli bir gelişme Mexico City’de 1. Dünya Kadın Konferansı’nın toplanmasıdır. Burada eylem planı Birleşmiş Milletlere üye ülkelerde kadın sorunlarına çözüm getirecek mekanizmaların kurulması önerilmiştir. Daha sonra sırasıyla 1980’de Kopenhag’da İkinci, 1985’te Nairobi’de Üçüncü ve 1995’te Pekin’de Dördüncü Dünya Kadın Konferansı düzenlenmiş, “Pekin Deklarasyonu ve Eylem Platformu” kabul edilmiştir.
İlk Dünya Kadın Konferans’ından sonra 1979’da uluslar arası alanda eleştirme anlayışının hakim olduğu iki önemli gelişme meydana gelmiştir. İlk gelişme Avrupa Ekonomik Topluluğu tarafından kabul edilen kadının çalışmasına dair direktiflerdir. Sonra uluslararası düzeyde daha kapsamlı bir eşitlik anlayışı Birleşmiş Milletlerin öncülüğünde düzenlenen Kadın Konferansları ve Kadın On Yılı’nın bir meyvesi olan Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrıcalığın Önlenmesi Sözleşmesi ile somut bir düzeye getirilmiştir.
Sonuç olarak Batı’ya baktığımızda 1970’lerden itibaren kadın hakları konusunda bir gelişmeden söz etmek mümkündür. Özellikle Batı Avrupa’da kadınlar eğitim, çalışma ve siyasal yaşam alanlarında ilerlemeler kaydetmişler dir. Türkiye’de kadın haklarından söz edilirken en övgüyle söz edilen dönem Cumhuriyet’in ilk yıllarıdır ve haklar bu dönemde sınırlı kalmıştır. Eğitim ve çalışma alanlarında ve siyasal yaşamda kadınların sayısının son dönemde artmasına rağmen kadınlar açısından istenilen düzeyde gelişmeler kaydedilememiştir. Bunun nedeni ise devletin bir kadın politikasının olmayışıdır. Kadınların eşitlik anlamında haklar elde etmeleri ve kamusal alana büyük sayılarla katılıp yüksek aşamada görevlerde bulunabilmeleri için çok yönlü bir kadın projesi gereklidir.

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KADIN HAREKETİ

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KADIN HAREKETİ


Yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarında en yoğun tartışma konularından birini oluşturan kadın sorunu aslında Eski Yunan’dan bu yana gündemde olan ve o dönemden beri siyasi düşünürlerin tartıştıkları ve eserlerinde kaleme aldıkları çok eski bir konudur. Kadın-erkek ilişkilerinin zorluğu yüzyıllardan beri birçok insanı ilgilendirdi ve önemli bir tartışma konusu oldu. Günümüzde görüldüğü gibi kadın-erkek arasındaki bu eşitsizlik açık bir şekilde var olduğu sürece tartışma devam edecek ve kadınların mücadelesi sürecektir. Bugün birçok ülkede kadınların hedefi hem kamusal alanda hem de özel alanda tam eşitliktir.
Kadınlarımız günümüze dek uzun ve zorlu mücadeleler sonucunda bazı haklarını elde ettiler. 1789 Fransız Devrimi’ne kadar gerilere gittiğimizde kadınların, Devrim’e fiilen katıldıklarını görmekteyiz. Devrim’in; “Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik” ilkeleri ve talepleri kadınlar için de geçerliydi. Kadınların yüzyıllardan beri ailenin gelirini artırabilmek ve geçinebilecek düzeye getirebilmek için erkeklerin yanında emeklerini harcıyorlardı. Bu dönemde burjuvazi erkeği kadının çalışmasına izin vermedi. Diğer yandan halk kadını ise tarlada, pazarda, atölyede çalışıyordu. İlk olarak Fransız Devrimi döneminde 1790’da Theroigne de Mericourt arkadaşlarıyla birlikte Le Club des Amis de la Loi’yı (Yasa Dostları Kulübü) kuruyor ve bu yolla yasa koyucunun kararlarını inceleme, açıklama ve eleştirmeyi amaçlıyor. Bu arada; 1791’de Fransa’da Cumhuriyet uğruna yapılan mücadeleler kanla bastırılınca kadın hareketindeki heyecan azalıyor.
Aradan yaklaşık bir yüzyıl geçti ve Sanayi Devrimi sonucunda büyük sayıda kadın çalışma yaşamına katıldı. Binlerce kadının çalışma yaşamına katılmasıyla birlikte Sanayi Devrimi’nin yoğun bir şekilde yaşandığı İngiltere’de ve ABD’de kadınların grev, yürüyüş ve protesto gibi araçları kullanarak derin mücadeleler verdiğini görmekteyiz. Örneğin 1845 de ABD’de, Pensilvanya’da bir iplik fabrikasında 1500 kadın işçinin çalışma haftasının altı iş gününe ve çalışma gününün 10 saate indirilmesine yönelik talepler nedeniyle bir ay gibi uzun bir süre grev yapmaları önemli bir olaydır. Ardından 1848’de ABD’li kadın hakları savunucusu Elisabeht Stanton ve Lucretia Moot ilk kes kadın hakları kongresini düzenlediler. Yine Stanton 1869’da ulusal kadın oy hakkı birliğini kurdu. Stanton ve Moot ABD bağımsızlık Deklarasyon’unda “tüm erkekler eşit olarak doğmuştur” maddesinin “ tüm kadınlar ve erkekler” olarak değiştirilmesini talep etmişlerdir. Dolayısıyla, kadınlardan gelen ilk taleplere bir göz atığımızda bunların öncelikle kamusal alana ilişkin talepler, yani çalışma yaşamını ve siyasal yaşamı düzenlemek ve kadınlar lehine düzeltmek amaçlı talepler olduklarını görüyoruz. Yaklaşık aynı yıllarda 1866’da ABD’de bir diğer önemli gelişme eşit ücret talebinde bulunan ve kadınların lider konumuna gelmesini ortaya atan ilk örgütlenme ulusal birlik kuruldu.
Bu arada Avrupa’da da önemli gelişmeler olmaktadır. 1864’te 1. Enternasyonal’de Uluslar arası İşçi Birliği kuruldu ve Genel Konsey kadınların üyeliğe alınmasını onayladı. 1867’de John Stuart Mill İngiltere Parlementosu’nda kadınlara oy hakkı istedi. Kadın sayısının artması ile ev dışını çıkan çok sayıda kadın İngiltere’de seslerini duyurmaya ve taleplerini yüksek sesle vurgulamaya başladılar. Yüzyılın sonlarına doğru, 1889’da Londra’da 700 kibrit işçisi kadın, vasıfsız işçiler arasında sendikalaşmayı başlatan bir kıvılcım oldu ve bu tarihlere kadar binlerce kadın bu dönemde sendikalara katıldı. 1900 başlarında kadınlar çalışma yaşamı dışında başka bir talebi getirmeye başladılar. Siyasi yaşama katılım talebi kadınların öncelikle oy hakkı isteği olarak ortaya çıktı. Kadınlar İngiltere’de oy hakkı için dilekçe kampanyası başlattılar ve binlerce kadın tarafından gösterilere protestolara katılım oldu. Bu dönemde kadınların kendilerine oy hakkı isterken annelik rollerinin tam anlamıyla ön planda olduğunu ve kocaları ve çocukları için de taleplerde bulunduklarını görüyoruz. Örneğin 1905’deki yürüyüşlerde kadınlar “çocuklarımıza yiyecek, kocalarımıza iş ve dünya işçilerinin birliği” diye seslenerek yürüdüler. Sonuç olarak kadınların İngiltere’deki bu mücadelesi bir ses getirdi ve 1928’de kadınlara 21 yaşında oy hakkı verildi.
Kıta Avrupa’sında ki gelişmelere baktığımızda yüzyılın başında Rusya’nın Moskova, Petersburg ve Odessa gibi büyük şehirlerinde ilk kadın mitinglerinin yapıldığını görüyoruz. Bu mitingler sonucunda 1908’de Tüm Rusya Kadın Kongresi toplanıyor. Almanya’daki önemli bir gelişme ise 1908’de kadınların partilere üye olmaları kabulüdür. Artık kadınlar Avrupa’nın birçok önemli şehrinde toplanmakta ve seslerini duyurmaktadırlar. 1910’da Kopenhag’da 2. Uluslar arası Sosyalist Kadınlar Kongresi toplanıyor ve Clara Zetkin tarafından 8 Mart’ın Uluslararası Kadın Günü olması teklifi yapılıyor çünkü artık kadın sorunu ve kadının kamusal adım atmasıyla gündeme getirdiği sorunlar sokağa çıkıp oldukça yoğun bir biçimde dile getirilmeye başlanmıştır. Bunun iki önemli örneği İngiltere ve Rusya’da kadın işçilerin düzenledikleri grevlerdir. 1911’de İngiltere’de 21 fabrikada 15 bin örgütsüz kadın işçi greve gitti ve 18 fabrikada kadınlar örgütlenme hakkı kazandılar. Ardından 1913’te Rusya’da tekstil fabrikası işçisi 2000 kadın ücretli hamilelik izni için greve gitti. Bunu ilk kez kadınların kadın merkezli bir talebi olarak değerlendire biliriz.
Aynı dönemde yani 1900 başlarında ABD ve Avrupa ülkelerinin dışındaki gelişmelere göz gezdirdiğimizde büyük sayıda Filistinli kadının İngiltere’nin Filistin’i işgalini protesto için yürüdüklerini ve yine aynı şekilde Mısırlı kadınların da Kahire’de geniş çaplı yürüyüşler düzenlediklerini saptamaktayız. Ayrıca Hindistan’da da kadınlar kolonileşmeye karşı çalışmalar yapmaktadırlar. Bu dönemde bu ülkelerin kadınları eşit ücret ya da oy hakkı gibi kadının erkekle eşitliği merkezli taleplerini henüz dile getirememektedirler. Kolonileşme ve işgal gibi erkeklerin mücadele verdikleri alanlara katılmaktadırlar; Çünkü henüz ülkelerinin bağımsızlığı elde edilmemiştir.
1900’lerin ortalarına kadar iki Dünya Savaşı yaşanmıştır ve özellikle ikincisinden sonra kadınlar uluslar arası alanda ve kurumlarda birçok kayda değer hakkı kazanmışlardır. Bunların en önemlilerinden biri; 1945’te Birleşmiş Milletlerin kuruluşuna ilişkin taslak Birleşmiş Milletler Anlaşmasının kabulüne dönük gerçekleştirilen konferansta, anlaşmada geçen “erkekler arasında eşitlik” maddesinin “kadınlar ve erkekler arasında eşitlik olarak değerlendirilmesidir. Ardından diğer bir önemli gelişme 1946’da Kadının Statüsü Komisyonnun kurulmasıdır.
1960’larda yoğunlaşan kadın hareketi ve talepleri sonucunda 1970’lerde uluslararası örgütler çerçevesinde kadın hakları konusunda girişimler yoğunlaşmaya başlamıştır. Bunların etkisinin bir ürünü olarak değerlendirebileceğimiz birçok önemli bir adım 1975’te Birleşmiş Milletlerin Uluslararası Kadın 10 Yılını ilan etmesidir. Ayrıca aynı yıl Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi Kararı ile Kadının ilerlemesi için Birleşmiş Milletler Araştırma ve Eğitim Enstitüsü (INSTRAW) kurulmuştur. Ertesi yıl 1976’da Eylem Planını desteklemek ve kadınlar için bir fon oluşturması üzere Birleşmiş Milletler Kadınlar için Kalkınma Fonu (UNİFEM)kuruldu.
1975’de kadınların dünya çapında bir araya gelerek seslerini duyurma imkanı buldukları çok önemli bir gelişme Mexico City’de 1. Dünya Kadın Konferansı’nın toplanmasıdır. Burada eylem planı Birleşmiş Milletlere üye ülkelerde kadın sorunlarına çözüm getirecek mekanizmaların kurulması önerilmiştir. Daha sonra sırasıyla 1980’de Kopenhag’da İkinci, 1985’te Nairobi’de Üçüncü ve 1995’te Pekin’de Dördüncü Dünya Kadın Konferansı düzenlenmiş, “Pekin Deklarasyonu ve Eylem Platformu” kabul edilmiştir.
İlk Dünya Kadın Konferans’ından sonra 1979’da uluslar arası alanda eleştirme anlayışının hakim olduğu iki önemli gelişme meydana gelmiştir. İlk gelişme Avrupa Ekonomik Topluluğu tarafından kabul edilen kadının çalışmasına dair direktiflerdir. Sonra uluslararası düzeyde daha kapsamlı bir eşitlik anlayışı Birleşmiş Milletlerin öncülüğünde düzenlenen Kadın Konferansları ve Kadın On Yılı’nın bir meyvesi olan Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrıcalığın Önlenmesi Sözleşmesi ile somut bir düzeye getirilmiştir.
Sonuç olarak Batı’ya baktığımızda 1970’lerden itibaren kadın hakları konusunda bir gelişmeden söz etmek mümkündür. Özellikle Batı Avrupa’da kadınlar eğitim, çalışma ve siyasal yaşam alanlarında ilerlemeler kaydetmişler dir. Türkiye’de kadın haklarından söz edilirken en övgüyle söz edilen dönem Cumhuriyet’in ilk yıllarıdır ve haklar bu dönemde sınırlı kalmıştır. Eğitim ve çalışma alanlarında ve siyasal yaşamda kadınların sayısının son dönemde artmasına rağmen kadınlar açısından istenilen düzeyde gelişmeler kaydedilememiştir. Bunun nedeni ise devletin bir kadın politikasının olmayışıdır. Kadınların eşitlik anlamında haklar elde etmeleri ve kamusal alana büyük sayılarla katılıp yüksek aşamada görevlerde bulunabilmeleri için çok yönlü bir kadın projesi gereklidir.